10-11 yaşlarında vardım, yoktum…

Adi bir hırsızlık olayının ardından zorunlu sebeplerle Diyarbakır’dan Tarsus’a göçmüş; rahmetli babam gurbetin bin türlü zorluğuyla mücadele ederken, rahmetli annem birisi "kucakta bebek" beş çocuğuyla ayakta kalmaya, hayata tutunmaya çabalıyordu…

Henüz evimizde televizyon yoktu…

Vadideki Hayat’ı, Şehir ve Adam’ı, Dallas'ı, cumartesi günlerinin canım siyah-beyaz Yeşilçam filmlerini izlemeye televizyonu olan komşuların evine giderdik…

Sıkılmasınlar veya bir şikayete sebep olmayalım diye her gün aynı komşuya değil, televizyonu olan evlere gün aşırı bir sırama ile zorunlu misafir olurduk…

Siyah-beyaz tek kanal TRT’nin yayınları akşam saatleriyle sınırlıydı… Yayın bitince önce İstiklal Marşı okunur, sonra sinyaliyle birlikte bir logo çıkar ve ardından karıncalar üşüşen beyaz ekranlı final…

Ancak akşam yayınlarının da bir istisnası vardı…

O günlerde gece de yayın olurdu…

Ve doğal olarak o saatlerde bir komşuya gitmek de mümkün değildi.

Muhammed Ali de hayatımıza işte o uykusuz gecelerde girdi.

Babam o gecelerde adeta yerinde duramazdı. Ya hiç uyumaz, ya da birkaç saat uyuduktan sonra kalkar; önce iki rekat namaz kılar ardından elimden tuttuğu gibi doğruca kahvehanenin yolunu tutardık.

Kahvehane gecenin dördünde “Sandalye Tribün”e dönüşürdü…

Muhamed Ali ringe çıktığında en az salondaki taraftarları kadar gürültü koparırdık…

Ve maç gongu çaldığında o efsane dansına başlardı…

Rakibinin etrafında bitmek tükenmez bir enerjiyle dans eder, ardından balyoz yumruklarını indirdiğinde adeta kendimizden geçerdik…

Siyasette Bülent Ecevit, futbolda Trabzonspor, boksta ise Muhammed Ali fırtınasının estiği yıllardı…

Muhammed Ali o çocukluk yıllarında ringde dans eden bir şampiyon boksör figürüydü benim için… O’nun sosyolojik karşılığını ise sonraki yıllarda kavradım.

Haksızlığa, eşitsizliğe, yoksulluğa karşı duruşuyla sadece benim, Türkiye’nin değil, dünyadaki milyonların kahramanıydı…

Belki yumruklarından daha etkili olan da bu duruşuydu...

Boksu bıraktıktan sonra ringdeki “kelebek gibi uçan, arı gibi sokan” tabirine en zıt hayat onu karşıladı.

Parkinson onu adeta kolsuz kanatsız bıraktı…

Efsane bugün son yolculuğuna uğurlanıyor…

Ve o yolculukta sadece Amerika’da değil tüm dünyada milyarlarca hüzün, gözyaşı, özlem birbirine karışıyor…

Kaç yaşında olursanız olun çocukluk yıllarının figürleri zihninizde hep taze kalır, hep canlıdır.

Ve O bizim kuşağın yıkılmaz şampiyonuydu, hep de öyle kalacak…

Güle güle Şampiyon…

- - - - -

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner15